İnsana Yolculuk

İnsana Yolculuk
www.norradyo.com

18 Ağustos 2010 Çarşamba

NEDİR AMİRA ZİHNİYETİ?



'Amira Zihniyeti' sözünü duyduklarında "Amiralik kalmış mı ki Amira Zihniyeti kalsın?" diye tepkide bulunan Ermeni toplumunun bireylerinden bazılarının, konuya at gözlüklü yaklaşımlarını tekrar gözden geçirmelerini sağlayabileceğini düşünerek birkaç anımı aktarmak isterim....


Bu konuyla ilgili olarak daha once iki bolum halinde kaleme aldigim yazilarimda,  Amira Zihniyeti derken sozcugun anlamini neyle yukledigimi aciklamamin konuya yabanci olan okuyucularin da yazilarin icerigini daha iyi kavrayabilmelerine yardimci olacagini dusunuyorum...




1992 yılında İstanbul’un en şık semtlerinden olan Nişantaşı’nda açtığımız gümüş satış mağazasının boydan boya cam olan kapısına, ustamızın Ermenice 3 harften oluşan ve mallarımıza patent olarak vurulan adının bir kopyasını yazdırmıştım...


Bu hem patent işlevi görüyor hem de bir marka olarak, müşterilerimizin zihinlerinde görsel bir aşinalık oluşmasına yarıyordu...


İstanbul’u tanıyanlar bilirler; Kurtuluş, Feriköy ve Pangaltı, Nişantaşı’na çok yakin semtlerdir...


Bu semt sakinlerinin çoğunluğu Hristiyan azınlıklardan oluşur(du).


Mağazayı açtığımızın ilk yıllarıydı...


Bir gün; son derece şık giyimli, elinde giysisini tamamlayan şıklıkta bastonu ile seksenli yaşlarını sürmesine rağmen, ince silueti ve dik duruşu ile tam bir "İstanbul hanımefendisi" diye tanımlayabileceğimiz birisinin kapıdaki yazıyı fark ettikten sonra, vitrini bırakıp içeriye dikkatle baktığını görünce zile basıp kapıyı açtım ve 'Hrammestek' (Buyrun) dedim...


Güler yüzümden cesaret alarak "Hay ek?" (Ermeni misiniz?) diye sordu...


Hayeren cevap verdim "Ayo Hay em."(Evet Ermeniyim)


Ermenice konuştuğum için çok sevinmiş görünüyordu ama endişe dolu bir sesle ve fısıltıyla sordu: "Inc bes kiretsik asiga, cek vahnar?" (Nasıl yazdınız bunu, korkmuyor musunuz?)


Bu soruyla ilk kez karsılaşmıyordum...


Çevre semtlerde oturan Ermenilerin (Ermenice alfabeyi tanıyanlar ) kapıdaki yazıyı fark ettiklerinde ilk tepkileri hep önce şaşkınlık sonra da "Korkmuyor musunuz?" sorusu idi...


(Bu soruya dair verdiğim yanıtlar ve aldığım tepkiler ayrıca bir yazı konusudur)


Bu yaşlı "İstanbul hanımefendisine" de aynı yanıtları verdim, kısa bir süre Ermenice olarak sohbetimiz sürdü ve alışverişe geleceğini söyleyerek gitti...


Bir kaç gün sonra eşiyle birlikte geldiler...


Eşini tanıştırdı... Keyifliydi...


Güler yüzlüydüler...


Eşi de kendisi gibi aristokrat duruşlu bir beyefendiydi...


Diyalogumuz Ermenice devam ediyordu...


Bir yandan modellere bakıyor, fiyatları ve özellikleri hakkında bilgiler alırken bir yandan da beni tanımaya çalışıyorlardı...


Hediye almak için gelmişlerdi...


Gümüş bir sekerlik...


Ben hizmetime devam ederken, bam tellerimin atmasına sebep olan ilk soru geldi:


"Tuk inç YAN ek?" (Siz hangi YAN'lardansınız?)


Soyadımı soruyordu...


"Mer YAN'eri ci minats!.." (Bizim YAN'larımız kalmadı) dedim...


Kısaca; aslında Mimegryan olan aile soyadımızın soyadı kanunu ile değiştirildiğini, iki kardeşe bile farklı soyadları verildiğini anlattım...






Yüzü değişmeye başlamıştı...


Gölgelenivermişti birden...


Çok iyi tanıyordum bu tepkiyi...


Ve....


Benim Sasun damarımın kabarmasına neden olan can alıcı soru da ardından gelmekte gecikmedi...


Bu kez yüksek dağların tepesinden bakarak;


"Tuk duni Hayahos ek?" (Siz evde Ermenice mi konuşuyorsunuz?)


O vakte kadar Ermenice konuşan ben, Türkçe konuşmaya başladım...


Aslında sadece iki yaşıma kadar kalmıştım Diyarbakir'da ama bu sorunun arkasında yatan zihniyeti çok iyi tanıyordum...






"Hani su Anadolu'dan yeni gelenler var ya, işte ben de onlardanım." dedim Türkçe olarak...


Karı- koca asık yüzlerinden okunan büyük bir hayal kırıklığı ile birbirlerine baktılar ve hiçbir şey söylemeden dükkândan aniden çıktılar.


Tek söz etmeye gerek duymadan, saygısızca...



Neydi onları böyle davranmaya iten?


Sahip oldukları Amira Zihniyetiydi...


Mensubu bulundukları halkın tarihi, sosyolojik, güncel gerçeklerine karşı üç(3)maymunları oynayan, ta İstanbul’un Fethi'nden hemen sonraki on yıllarda başlayan ve her göcen "Kavaratsi"nin kendisinden sonra İstanbul’a gelen diğer "Kavaratsilere" karşı tepeden bakan, küçümseyen tutumlarıyla günümüze kadar sürdürdükleri bir zihniyetti bu...


Onlar için İstanbul’dan öte her yer köydü...


İstanbul dışında yaşayan her Hay "Kavaratsiydi"...


Kendi atalarının da o köylerden(!) getirilip İstanbul’a yerleştirilmiş olduğu gerçeğini unutarak...


Asıl paylaşmak istemedikleri ise iktidarları(!) idi...


Bu seri yazılarımda daha önce de alıntıladığım bir bölümü tekrar hatırlatmak istiyorum:


"İstanbul’un zaptından evvel az sayıda, fakat sonra günden güne çoğalan Ermeniler, yüz seksen senelik bir ikametten sonra, şehrin yerlisi olmuşlardı. Bu tarihten az evvel veya az sonra gelen Ermeniler yeni gelme sayıldılar ve yerliler tarafından pek o kadar iyi karşılanmadılar.


"İstanbul’un zaptından evvel az sayıda, fakat sonra günden güne çoğalan Ermeniler, yüz seksen senelik bir ikametten sonra, şehrin yerlisi olmuşlardı. Bu tarihten az evvel veya az sonra gelen Ermeniler yeni gelme sayıldılar ve yerliler tarafından pek o kadar iyi karşılanmadılar.


"Yerlilerin esas gayesi Şarktan gelen Ermenilerin cemaat işlerine karışmalarını menetmekti."*


Burada güncel bir tartışma düşüyor aklıma; hani şu 'Beyaz Türkler' komikliği...


İşte bu bizim 'Amira Zihniyetliler' ile 'Beyaz Türklerin' kendi toplumlarına bakış açıları, yaklaşımları ve korkuları öylesine benzer öğeler içeriyor ki, Amira Zihniyetlilere, Beyaz Ermeniler diyesim de gelmiyor değil hani şu aralar...


Beyaz nasıl olunur?


Siyah nasıl olunur ?


Hangisi makbuldür?


Neden illa makbul(!) olan cinsten olmak gerekir?


Kime ve neye göre belirlenecektir makbul olmanın ölçüleri?


Yine öyle çok soru var ki kafamda...


İstanbul’da ‘eskiden, eskiden’ deyince o kadar çok eski sanmayın, benim çocukluğumda bile evlerin kapıları hep açık olurdu...


İşte bu kapıları açık evlerde oturan kavaratsiler (!), kendilerine evlerini kiralayan Bolsahay kardeşlerinden olan mal sahiplerini, divan altlarına bakarken, tencerelerinde pişen yemekleri kontrol ederken yakalıyorlardı incinerek...


Bu hikâyeyi yaşlı bir Mayrikten dinlemiştim...


Hala çok üzülerek anlatıyordu...


"Kızım, bizi bir şey bilmez sanıyorlardı...


A! siz ne temizsiniz...


A! siz yemek yapmayı biliyorsunuz...


Anadolu'da yaşadıklarımız yetmezmiş gibi, burada da bunların horlamalarını yaşadık..."


Elimi omzuna koyup O'nu teselli etmeye çalışmıştım...


Romatizma ağrılarından ötürü güçlükle yürüyordu...


"Biz çok çektik kızım, çok cektik" derken yaşlarla dolan gözlerini ve bembeyaz saçlarını unutmuyorum...






Belki bıkacaksınız bunu benden duymaktan ama ben hep tekrarlayacağım, gözlerindeki yaşlarda acının en derinini, kırılmışlığın en tarifsizini okuduğum o yaşlı Mayrik ve daha nice O'nun gibi sessizce gidenler için tekrarlayacağım...


Hay'in Hay'a** bir özür borcu vardır...


Tıpkı İnsan’ın İnsan’a özür borcu gibi...


Bu borçlar ödenmeden, temiz bir sayfa açılabileceğine inanıyor musunuz siz?


Ben inanmıyorum...


Anjel Dikme


Nussbaumen


9-8-2010


8:25

3 yorum:

  1. biz insanı insan olarak görmediğimiz,, birbirimizi küçümsediğimiz ve tepeden baktığımız köylü, kentli ayrımı yaptığımız sürece ezilmeye horlanmaya maruz kalırız....
    tüm bunları bir yan bırakıp **insana insan olduğu için değer verdiğimiz gün bahsettğin temiz sayfanın açılacağına inanıyorum..
    sevgili can anjel...diyarbekir den selam ve sevgiler bıraktım sayafana

    YanıtlaSil
  2. Can BIRSEN bu ne guzel bir surpriz...
    Benden de Diyarbakir'a selam ve sevgi gotur lutfen...
    Yorumun icin tesekkur ederim...

    YanıtlaSil
  3. Âmiralık müessesesi ortadan kalkalı belki 150 sene olmuş ama o insanların yaptığı, yaptırdığı, yapımına öncülük ettiği okul, hastane, ibadethane vesair vakıflar halen kullanımda. Bu sebeple kendilerine haksızlık ettiğinizi, yazdığınız hususlarda da abartılı bir tepki verdiğinizi düşünüyorum. En azından yaptıkları hayır hizmetlerinden de bahsedebilirdiniz.

    YanıtlaSil